...Tuhaf bir su içmişim de sanki içim görünüyor...
Kitapların ilk sayfalarına tarih yazarım küçüklüğümden beri. İlk Edip Cansever kitabı aldığımda 16 yaşımdaymışım.
Kitabın adı “Şairin Seyir Defteri”. ‘Ben Ruhi Bey Nasılım’ ile açılıyor, ‘Oteller Kenti’ ile kapanıyor. Ağır!
Hatırlıyorum 16 yaşımda ne hissetmiştim, anlamıştım ve sindirmiştim. Çarpmıştı beni. Oysa aradan geçen yıllarla (yani geçen 14 yıl boyunca) kitabı her elime aldığımda başka bir yerime battı o kelimeler. Terzi gibi işlemişti, giydiriyordu içimi, dışımı…
:::
Bir şair size ne kadar hayal kurdurabilir? “…başımı iğiyorum su kovasına
ne kadar balık düşünüyorsam o kadar balık…”
Evet, başımı boş su kovasına eğiyorum ve bir sürü balık düşünüyorum. Ben balık diyorum sen onu güzellik, iyilik diye, arkadaş diye anla.
İyi hissediyorum.
:::
Babannemlerle yaşıyordum kocaman iki katlı bahçeli bir evde. Taaa 16 yaşıma dek orada büyüdüm.
Yani şu kadarcıktım :)
Sonra bu kadaaar oldum o kocaman ve kalabalık evde.
Ağaç yapraklarını mahalledeki çocuklara dağıtıyordum, onlar konser biletlerimdi. Sonra bunlar geliyor ben de karşılarına geçip şarkı, türkü söylüyordum çocuksu salak salak. Bence gelmezlerdi eğer halamların yaptığı dolmaları çalıp dağıtmasaydım. İyi azar işitirdim ama olsundu, bahçe çocuk kaynardı.
Mahallede sürekli gittiğimiz bir bakkal vardı; Zülfikar amca. Leblebi tozudur, pintidir kapışırdık. çok yaşlıydı, huysuzdu biraz.
Bir gün ben yalnız oynuyordum sokakta, çünkü tüm arkadaşlarım benim tırmanmaya cesaret edemeyeceğim bir inşaata çıkıp oradan atlamaya karar vermişlerdi. Bu gibi korkunç oyunlar tabii küçük ceylan'ı pek cezbetmiyordu. Zülfikar amca ise o gün evinin çatısını tamir ediyordu. Birden yanıbaşıma düşüverdi.
Ve öldü. Bir daha yalnız oynamadım, çünkü artık herkesin inşaat tepelerine çıkması yasaklanmıştı. Benim yükseklik korkuma etkisi olduğu düşünüyormuş babam Zülfikar amcanın ölümünün. Hadi canım! :)
Cenaze arabalarının arkasına takılıp koşma oyununu da anlamazdım. Hatta görsem saklanırdım, sevmezdim. Bir evde biri ölmüşse o eve de gitmezdim. isterse bayram olsun, şeker olsun, para olsun ucunda. Cenaze kaldırıcısı Adem şiirinde der ya;
"...Bir karım, iki çocuğum, dört kişiyiz
Kimseler bizimle konuşmaz
Mahallede kahveye çıkmam, anlarsınız
Giderek alıştım içkiye de
Demin de söyledim ya, iyi adamımdır...
Omuzlarım kesik kesiktir, nasırlıdır
Her zaman bir ölü vardır omuzlarımda
Örneğin bir bardak su içsem bir ölü kayar şuramdan
Su içmeyen bir balık gibi kayar
Ölülere takılmış bir uçurtma gibiyim
Biraz öyleyim..."
:::
"zamanlar geçtikçe neden mutluluk mahzunluk oluyor fotoğraflarda?"
Eski fotoğraflara bakıyorum, aileme, kendime, arkadaşlarıma. Depremde evler yerinden oynadı.15 yıl yaşadığım, büyüdüğüm babaannemlerin evi de öyle. Orada albümlerimiz vardı, parçalanmış tavanların arasından evin içine yağmur girmiş ve o fotoğrafları sızan su ve güneş mahvetmişti. Sonradan baktım da aslında mahv'olmamışlar, üzerlerinde öyle garip desenler oluşmuş ki, sevdim.
İyimserlikten değil, gerçekten sevdim.
Şimdi yaşadığım evde de bir fotoğraf var , duvarda asılı , ilk taşındığımızda ömer abi hediye etmişti(Ömer Orhun). Sadece tahta bir çerçevesi var, fotoğrafı koruyan bir cam yok. Bu sebepten fotoğraf toz, ışık ne varsa alıyor üzerine.
2004'den bu yana yani 7 yıldır fotoğraf sarardı, kızardı, maviye döndü, mora döndü, etrafını çevreleyen gri bir renk belirmeye başladı. Ben de 5-6 ay evvel kendi çektiğim bir fotoğrafı yanına astım. Bu dönüşümü geçirmesini istiyorum. Derler ya dili olsa da konuşsa diye. Ömer abinin fotoğrafındaki nişantaşı kadını belki benim tarlabaşındaki teyzeyle pek muhattap olmayabilir ama ben ve çocuklar ortamı şenlendiririz, kaynaştırırız onları yakında.
İnsanlar fotoğraflara bakıp niye iç geçirir ve üzülür derdim hep,
Ne yazık ki yaşlanıyorum(hadi büyüyorum diyelim) ben de aynısını yapmaya başladım bugünlerde...:)
:::
Deprem sonrası istanbul'a gelmişim. Bu fotoğraf bizim sokaktan;
Kaçar gibi geldim bizansa. 19 yaşımdayım. Şan okuyorum, müzikal şarkıcılığı. Sürekli bana orospu rolleri geliyor, neyse diyorum, amma dramatik kadınlar yahu diyorum içimden. Aslında şarkıcı bile olmayacağım ki,çünkü utanıyorum şarkı söylerken. Ardından emprovize 'ye zorlanıyorum Ayşe Tütüncü tarafından, bir tek bu hoşuma gidiyor. Müzik öğrenmekten sıkılıyorum, müzik yapmaya başlıyorum daha çok ve Tunçay'la tanışıyorum, O, o gün bir kızılderili ayininden geliyor...
Tabii ki yanımda en sevdiğimiz kitap var. Kendi kendime 'içimden bir sayı tutacağım bu günün şiiri olsun' diyorum. O yıl durmadan şu satırlar çıkıyordu karşıma, şimdi bile ne zaman okusam ikibin yılı gelir aklıma;
"...Hadi anlat deseler anlatamam
Bir yere gidiyorken cayıp bir başka yere gitmeyi, Yani bir kunduzu karşıdan karşıya yüzdüren sezgi, Nedir ben bilemem ki..."
:::
Ses ve sessizlik, gürültü dedikleri ve müzik, kulak ardı edilenler ve bağırtılar ilgimi çekerdi, çeker. “...yere
dökülen bir un sessizliği mi” cümlesini ilk okuduğumda dakikalarca bu cümlenin büyüsüyle donakaldım. Ardından “…göğe bırakılmış balon sessizliği mi?” geldi. Başka bir şiirinde “…iki balığın sürtünüşünden çıkan bir sese dönüştü mutluluk, duyulan değil görülen bir sese” der. Bu satırların içimde yarattığı dönüşüm, devrim, evrim tarif edilemezdi. Bir anda sanki sesim kısıldı,boğazım düğümlendi, hep bildiğim orada olan ama kıpırdamayan kemikler, kaslar, damarlar hareket etti. “görülen ama duyulamayan ses”! Evet var! Notası yok, tarifi yok ama bildiğimiz,
içimizden duyduğumuz sesler onlar, bize özel kalan nadide sesler. Ne güzel.
:::
Kim demiş 'bir cümle bir insanı nasıl değiştirebilsin ki' diye, bal gibi de değiştirir hatta yeniden yaratır.
Bana sorarsanız; ceylan bugünlerde nasıl hissediyorsun diye , tarif edemem. Ama şöyle diyebilirim;
“İşini bitirmiş bir org tamircisinin
Tuşlardan birine dokunacakkenki
Dikkati ve tedirginliği”
Evet aynen böyle ama neden bilmiyorum,
Her şeyi üst üste koydum, her şeyi yan yana dizdim, bir doğru davranışla yukarı taşıyacağım içimi ama öyle tedirginim ki… yavaş yavaş, biraz korkak, biraz umutsuz…
Ben eminim sıkıldım içimde sürekli akordu bozulan orgumu tamire çalışmaktan. Şimdi ise bir tuşa basıp çıkacak sesi duymaya korkuyorum. Ya doğru ses çıkmazsa?
Bu nedenle o un sessizliğine, balon sessizliğine sığınıyorum. Görüyorsunuz bir sesim var-dı. Ama duyamıyorsunuz birkaç zamandır…
:::
"biz işte korkuyoruz ne güzel korkumuzla!"
Evet, eeeen güzel korkularımla korkuyorum. Büyük büyük...maşallah'ın zıt anlamlısı var mı? işte onu demek isterim şimdi.
Sanki baya da kızgınım. Tüm insanlar bu soruyu bir defa sormuştur, yalan söylemeyin. "Neden ben" diye. Ayağını taşa çarpan da sormuştur, amansız hastalığı olan da , sevdiğini kaybeden de, yemeğini yakan da, herkes. Darılmaya, sızlanmaya, suçluyu aramaya çalışırız. Ben kimler suçlu biliyorum, ama umrumda değil artık suçlu kim ve ne sebeple oldu tüm olanlar. Umrumda olan bilincimin rutin sandığım akışında küçük küçük sıkışmış tortuların beni bazı zamanlarda hazırlıksız yakalayıp tarifsiz hallere sokması.
Tarifi ruhi bey'den alabiliriz;
"Para bozduranların az çok bildiği
Adres soranların gene bildiği
Bir sokakta bir aşağı bir yukarı
Saatlerce dolaşanların hemen hemen bildiği
Amansız bir güceniğim"
:::
Bir şairden doktor olabilir mi?
Bir söyleşide demiş ki ; “…giderek daha da derinlerine inerek, onun içsel dramını kurcalamak çabasındayım.”
Ne zaman bir psikoloğa-psikiyatra gitsem orada duran o mendillere ufaktan gülesim
geliyor. ‘Gerçekten insanlar burada ağlıyorlar mı ya’ diyorum. Çok doktor kandırdığım oldu, iyileşmiş gibi davrandım. Ama Edip Cansever’ i kandırdığım hiç olmadı, olamadı:) Bir satır okuyup da ellerimi titretmediği, tebessüm ettirmediği ya da gözlerimi doldurmadığı, “AH! sen var ya seeen” dedirtmediği olmadı …
anlamlar bakir, bana yar olamazlar.
okudukça yoğruluyorum.
düştükçe ellerime tüm kelimeler; tutunuyorum...
onlar şairin beni var sayamazlar
şiire yar oluyorlar .
:::
Bir şairden dost olur mu?
Bunun cevabı kısa:
olur.